22 Temmuz 2012 Pazar

MadamNietzsche - Biliyorum, Biliyorum...

Sana ''umudumu yitiriyorum'' dediğim için bana darılma,
“seni sevmek istiyorum” dediğim herkes gitti çünkü.
Yanımda kalmanı istediğim için;
bu sefer birşeyler denemeye çabalıyorum.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, emin ol buna,
Nasıl sevilmesi gerektiğini çoktan unutmuşum,
''seni ne yaparsam kaybetmem?'' derdindeyim...

Sokaktan ansızın kulağıma çalınan şarkı sesisin sanki...
Hayatıma izinsiz ve biranda girdiğin için;
belki de... Bana bu kadar iyi geliyorsun, bilmiyorum...

Farklıyız, farklısın biliyorum,
Seni görmek beni gülümsetiyor, sadece bu olduğunu da biliyorum,
Fazla gerçekçisin az çok tanıyorum,
Zamana yayabilecek kadar sabırlısın biliyorum,
'mesafeler...!' bunu da biliyorum...
Zaman geçtikçe sıkılıyorsun tahmin ediyorum,
Beklentilerin fazla bunu da biliyorum...

''peki ben ne yapmalıyım?'', ''nasıl yapmalıyım?''
İşte bunu uzun bir süredir bilemiyorum!
Ne? Nasıl olmalı? Ne demeliyim? ya da nasıl düşünmeliyim seni? Düşünmeli miyim?
Sen düşünüyor musun ki?

Genel yargılardan kurtulup uzandım bize ama...
Aklıma girmiyorlar da diyemem sana;
''Onu istediğini söylüyorsan ve sana gelmiyorsa, ya seni istemiyordur ya da
seni, senin onu istediğinden fazla istediğini biliyordur.'' diye başlıyor biri,
Ardından diğeri gelip;
''Eğer bir yarın korkuyor, diğer yarın kaybetmemek istiyorsa; karşında seni dizginlerken,
tutkuyla kendine bağlayabilecek biri duruyordur.'' deyip gidiyor arkasına bakmadan.
Üçüncü aramızdaki mesafeyi duymuş olmalı, dalga geçiyor;
''Bu özlem denilen şey büyüyecek bak ilerde, söz geçiremeyeceksin.
Ya gelsin başınızda dursun, ya da ver bunu ona,onda kalsın; sen tek başıma yapamazsın!''
Yapamaz mıyım gerçekten diye kendimle çelişirken,
Bir diğeri bunlar daha birşey mi der gibi bakıp;
''Senin için öylesine biri olmaktan çıktıysa, anlayıp da söyleyemediğin nedenler,
görüp de engelleyemediğin sonuçlar doğurur.''diyor.

Kalıyorum tek başıma,korkuyorum. (malum sen de yoksun..)
(Bu yüzden biraz ısrarcı ve sıkıcıyım anlaşılan, ama en azından farkındayım baksana..ne dersin?)
(biliyorum, biliyorum sen öyle biri değilsin, gösteremezsin, biliyorum.)

''Senin aklından geçiyor da benim geçmiyor mu?''diyorsun belki de şuan...
Hatunlara güvenmıyor, sana inandırıcı gelmiyor da olabilirm şuan...
Sadece Paulo'a ses vermeni istiyorum senden;

 -Bütün kadınlar melektir aslında. sadece kanatları kırıldığında süpürgelerine binerler. hepsi bu.."

Sence de öyle değil mi sevgili?

Yazar: MadamNietzsche


Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

21 Temmuz 2012 Cumartesi

BoyleOlmazki - Kaybedişler



Sürekli bir şeyleri kaybetmekle geçiyor hayatımız… En baştan kaybederek başlıyoruz hayata. Mesela ilk doğduğumuzda huzurumuzu kaybederiz. Bebekken sahip olduğumuzun farkında olmadığımız birçok eşyamızı bizim yerimize anne babalarımız kaybeder. Yani daha o zamandan başlarız alışmaya. Büyüdükçe anlam kazanır kaybedişler...  

Çocukken bir oyuncağımızı kaybederiz, ağlarız. Okulda silgimizi kaybederiz, pazarda annemizi kaybederiz, bir gün oyun oynarken kavga eder arkadaşımızı kaybederiz ve gün geçtikçe büyümeye başlar kaybettiklerimiz. Mesela bir şeyleri beklerken zaman kaybederiz ki zaman çok değerlidir. Fakat kimse parayla satın alamayacağı zamanını kaybettiği için kahrolmaz, genelde bir pahası olan ve yerine geri konulabilecek şeyleri kaybettiğine üzülür insan. Hani parasını kaybettiğine üzülür ama o parayı kazanmak için harcadığı zamanı ve çabayı aklına bile getirmez ve bu çok tuhaf bir çelişkidir. 

Bir zaman gelip sevdiğimizi kaybederiz. Bu yıkıcı bir olay gibi gelir ama değildir. Çünkü onunda yeri dolar elbet. Bazen de kendimizi kaybederiz. Bunun çok çeşidi vardır. Çok kullanışlıdır yani kendini kaybetmek. İster mutluluktan kaybedersin kendini ister üzüntüden belki de sinirden ama olay aynıdır işte kendini kaybetmişsindir. En kötülerinden biri de umudunu kaybetmektir. Zaten umudunu kaybetme noktasına gelene kadar birçok şey kaybetmişsindir. 

Her şeyini kaybettiğini düşündüğün zaman bile o kadar çok şeye sahipsindir ki oysa... İçine çektiğin ve başka hiçbir şeye değişemeyeceğin hava senindir, üstünde yürüdüğün anılarla dolu yollar senindir, içtiğin su, baktığın gökyüzü, milyonlarca yıldız senindir... En önemlisi sen varsındır. Hayallerin sonsuza dek senindir. Bilirsin bir gün hayatını da kaybedeceksin ama ölümü hayatını kaybetmek olarak değil gerçeği kazanmak olarak görmek hayat boyu kaybettiklerinin hiçbir anlamı olmadığını öğretir. Şimdi gülümse ve tebessümlerini hiç kaybetme!...


Yazar: BoyleOlmazki


Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

20 Temmuz 2012 Cuma

Elif Ece Kırımlı - AYNA AYNA, E HADİ AMA...

 
   Hepimiz aynı şeyin peşindeyiz aslında; bir avuç mutluluk… O bir avuç denilen olgu nasıl bir dehlizse artık, bir türlü dolmak bilmiyor. İnsanlar mı doyumsuz oldu, yoksa mutluluk elma dersem çık dememizi mi bekliyor? Dünya belki de mutluluk olgusu için uygun bir yer değildir, neyin peşindeyiz biz? Her ne istiyorsak elde etmek için arkasından gitmek gerektiğini bilmeyen yok. Romalı asilzadeler gibi koltuğa uzanıp kölelerin sunduğu buz gibi üzüm taneleri pıt pıt düşmüyor ağzımıza. İstiyorsan eğer, “Run forest run…”

   Kimisi yüz metre engelliyle yakalayacağını sanıyor, kimisi kırk iki kilometrelik maratonla. Sonuç; illâ koşacaksın... Emeline ulaştığında koşmaktan bitap düşmüş bir halde kafanı kaldırıp baktığın o an vardır ya hani, elde ettin işte ne somurtuyorsun? 

   Şu mutluluğun formülü basit aslında. Koşmaya, gizliden kişisel gelişim kitapları okurken yakalanma riskini göze almaya, Hindistan’da rahiplerle takılıp aç kalmaya, Zen sessizliğine bürünmeye ya da ne bileyim “ben de şans olsaydı” ile başlayan cümleleri rakı kadehinde boğmaya gerek yok. Formül basit; aynayla yüzleşmek. Öyle saçım başım nasıl olmuş diye bakmadan, yüzüne bir avuç su vuracak ve bakacaksın. Kendi gözlerinin içine, dudaklarının kenar çizgisine, bir anda fark ettiğin simetrik olmayan burun deliklerine, senin kulakların biraz kepçe mi yoksa? Neyse, yüzünü incelemeyi bitirdiysen -ki kim yapmaz- göz bebeklerinden içeri süzülmeye geldi sıra. Hiç girdin mi o kapıdan? Korkma, ben girdim. Yazdığıma göre bir şeyler biliyoruz demek ki. Gidelim mi?

   Çekinme, kendi gözün gibi bak onlara ve sor bakalım, ne verdin ki ne istiyorsun? Dürüst ol ama. Senden başka kimse yok, yalan yok, riya yok. Bencillik ise kapının arkasındaki havlu artık. As onu, kirli sepetine at. Ne geldiyse başına ondan geldi belle. Yapabileceğine inananlar yazının kalanını okuyabilir, geri kalanın sayfayı çevirmesi ise onlar için daha hayırlı. Bundan sonra bir şey anlatmıyoruz. Öyle komikli, şakalı, renkli güpgülümsemeler falan işte. Hadi hadi, yine kıyamadım, gel.

   Mutluluk sonradan öğrenilmiyor, içinde olacak insanın. Bir sokak kedisine baktığında çıkardığın ilk ses pis mendebur, pist ise, duymamış olayım, yut onu çabuk ve gülümse. Mecburen katlanmak zorunda kaldığın insanları değiştirmeyle vakit kaybedemeyecek kadar kısa hayat. Sor bakalım sen onlar için ne kadar çekilebilir bir insansın. Sütten çıkarttığın ak kaşıkları parlatıp durmak kimsenin işini kolaylaştırmıyor. Hepimiz hoşlanmadığımız işleri yapmak zorunda kalıyoruz. Bu bazen mesleğimiz bile olabiliyor. Hayatımızın önüne geçmesine, ofurdanıp pufurdanıp ertesi gün kaldığı yerden devam etmeye niyetliyse bir insan; halinden pek mutlu ama söylenmeyi seviyor demektir. Yapma bunu. Kötü enerjilerle içini doldurma ve çevrendekilerin enerjilerini de emip durmaktan vazgeç artık. Gülümse, çünkü sen bir tanesin.

   Moralini bozmak gibi olmasın da, Dünya’yı mutlu etmek için en son ne yaptın? Balinaları kurtardın mı, Yağmur Ormanlarındaki ağaç katliamını önledin mi, Afrika’daki açlığa çare buldun mu? Bari kapının önünü süpürseydin. Ne verdik ki dünyaya ne bekleyelim. Bak, senden milyonlarca yıl yaşlı o, biraz saygılı ol. Üstelik sorunları daha büyük zavallının ve bizlere rağmen mutlu. O bizden ümidi kesmediyse, biz neden keselim ki kendimizden? O, sorunlu. Sen, değilsin. Ormanların olmadığı için dua etmeye başlayabilirsin. Düşünsene her gün kaç ton balık yer o balinalar? 

   Mutluluk denilen şey, kişinin kendisidir aslında. Sevmek lazım kendimizi. Yanağımızdan bir makas almak, dolu dolu sarılmak, belki aynalara öpücük göndermek, dirseğimizi yalamak… Tamam tamam sonuncu galiba garip kaçtı. Her dediğimi ciddiye almayın canım. Ama o aynanın karşısında, hâlâ egonuz kirli sepetinde dururken sevin kendinizi. Hayat acımasız, insanlar bencil, hava kirli, çocuklar çok bağırıyor, para yok. Bak şimdi hatırladım, benzine yine zam gelmiş. Sonu gelmeyen meseleleri kimse bitiremedi ama buralardan göçüp gitti. Boş ver ve gülümse kendine.

   Bu kadar ahkâm kesmek yeter. Falanca seminere katıl, filanca kitabı oku ama, ah! O gözler yok mu? Bakamadıktan sonra küçük kara beneklere, pırıl pırıl parlatamıyorsan daha kendi bebeklerini; uygulamada bir hata yapmışsındır, baştan başla. Yoksa anlatıcının bir kabahati yok. Tamamen senin hatan…

    İyice bak gözlerine, o bir avuç mutluluk belki de içinde…


Yazar: Elif Ece Kırımlı

Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

19 Temmuz 2012 Perşembe

Özgür Özsoy - Kare Kek ve Ayakkabı Bağcıklarım

Ana sınıfındaki kaçıncı günüm bilmiyorum çünkü 20den sonra sayarken şaşırıyorum o yüzden bu kısma takılmıyorum yani benim için kaçıncı gün olduğunun önemi yok. Zaten burada her geçen gün karizmam çiziliyor, bu bağcık bağlama işini bir türlü beceremiyordum, düşünebiliyor musun taşırmadan boyama yapabiliyorum ama bağcıklarımı bağlayamıyordum. Sabahları annem veya babam akşamları da kreşte kim boşsa kimi zaman genç kızlardan kimi zamanda hizmetli abla bağlıyordu. Diğer herkes çat çat bağlıyordu ve en acıklısı Çağla de kendi bağlayabiliyordu, beni görmesin diye tam çıkacakken tuvalete giriyordum o gittikten sonra çıkıyordum yani daha bir kere bile iyi günler demişliğim yok Çağla'ya.

Bu sabah koştura koştura sınıfıma geliyordum, babam kapıya kadar getirmemişti, bende fırsat bu fırsat deyip bütün gücümle koştum sabahın kör vaktinde, bağcıklarımın çözülmesine rağmen koşuyordum, çizgi filmde ki Road Runner sanıyordum kendimi, aklıma geldikçe hızlanıyordum ta ki bağcıklarıma basıp düşene kadar, yerde boylu boyunca uzanıyordum, artık Road Runner değil rakibi çakal Coyote gibiydim kaybetmiştim, beslenme çantam elimden fırlamış içinden kekim uçmuş gitmişti. Ondan sonra tedavi merasimleri falan olmuştu ama kekim geri gelmemişti.




Çay saatimizde herkes kekini bisküvisini çıkardı bana da öğretmen top kek vermişti, toptan kek mi olurdu kek dediğin kare olurdu çünkü annem keki her zaman kocaman kare yapar sonra da küçük karelere bölerdi. Yüzümden düşen kaç parçaydı sayısını bilmiyorum malum biliyorsunuz sayma konusunda yetenekli değilim. O kadar üzgünüm ki Çağla'nın yanımda oturduğunu görmemişim. Çayıma parmağımı sokarken bardağımın yanında bir parça kek gördüm hem de kareydi, sevinçle kafamı kaldırdım Çağla kekini ikiye ayırmıştı. Bana gülümsüyordu, hangisine sevinsem bilemedim kare keke mi yoksa Çağla'nın bana gülümsemesine mi. Yüzümden düşen parçalar geri gelmişlerdi, bugün sabah olanları gördüğünü ve bağcıklarımı bağlamam gerektiğini söyledi Çağla. Evet Çağla biraz da bilmiş bir kızdı, olsun ben onu öylede severim. Zaten karizma kalmamıştı bağcıklarımı bağlamayı bilmediğimi söyleyiverdim, erkeklik karizma gibi şeyler şu andan itibaren bana çok uzaktılar. Çağla, akşam çıkışta yine çişim geldi diye ortadan kaybolmazsam bağcık bağlamayı öğretebileceğini söyledi, demiştim bilmiş kız diye. O gün gerçekten çişim geldi çünkü heyecanlanmıştım. Çağla bana bağcık bağlamayı gösterdi ama heyecandan anlamadım ama anlamış gibi yaptım. O gün eve gidip ablamı annemi ve babamı bu iş için seferber ettim saatlerce antremandan sonra artık profesyonel bir ayakkabı bağcığı bağlama ustasıydım.

Artık çıkışlarda Çağla'ya bakarak bağcıklarımı bağlıyordum, yani o kadar iyiydim ki bağcıklarıma bakmadan bağcık bağlayabiliyordum.


Yazar: Özgür Özsoy

Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Elif Korkut - Kendini Yaşa

Merhaba.

Beni isim olarak biliyorsun. Tanımıyorsun beni. Aslında tam anlamıyla ben de tanımıyorum kendimi. Dünya döndükçe yeni bir şeyler keşfediyorum kendime dair. Milyonlarca parçalı bir yap-bozum sanki. Merkezim belli, etrafımdaki manzara ise gün geçtikçe genişliyor. Kimi zaman korku filmlerine taş çıkaracak parçalar ekleniyor, kimi zaman mükemmel parçalar...

Peki kim ne kadar tanıyor kendini? Ben konuşmayı çok seviyorum mesela. Bu yüzden başıma olmadık şeyler gelebiliyor. İnsanlar benim hakkımda yanlış düşüncelere kapılabiliyor bu yüzden.Telaşlı bir insanım ben, aceleciyim.

Mükemmeliyetçiyim. İstediğim birşeyi yapamadığımda kafayı yeme noktasına geldiğime şahit olan arkadaşlarım var. Kıskancım. Bu bir kişi de olur, eşya da olur, duygu da olur.

Sevdiğim insanların hep yanımda olmasını istiyorum. Çok çok özlediğim insanlar var.

Şurada yaşamalıyım gibi bir takıntım yok çünkü ruhum göçebe...

Çok kötü bir huyum var benim. Bana söylenmiş iyi veya kötü bir sözü unutamıyorum. İstesem de yapamıyorum bunu. Zaman geçtikçe bunun ruhumda ağırlık oluşturduğunu farkediyorum.

Sevgimin de nefretimin de sınırı yok. Hangisini hak edersen onu görürsün benden. Herkesin içinde kahkahalarla gülerim de, ağlamayı beceremem. Yorganın altında sessizce ağlayıp hiç bir şey olmamış gibi yapanlardanım.

Bazen deliyim, bazen bilge. Bazen de kör, sağır, dilsiz.

Her şeye rağmen kendimi seviyorum. Gülüşümü, kahkahamı, gözyaşımı, duygularımı. İnsanların bana kattığı yada benden götürdüğü şeyleri seviyorum. Çünkü bunlar beni ben yapan şeyler. Kendim olmaktan vazgeçersem elimde ne kalır? O yüzden kendini tanı. Hatalarını, doğrularını, dostlarını, düşmanlarını bil.  Ne mutlu eder eni, ne ağlatır?.. Daha bir sürü şey yazılabilir ama gerek var mı? Ben kendimi anlatmaya çalıştım ama bu tamamen sana yardımcı olmak için. Verilmiş örnekleri incele, artılarını eksilerini tart. Dürüst ol öncelikle. Ruhunu, özünde olduğun insanı bedenine tutsak etme. İçindeki "sen"i keşfet işte.

Sonra da kendini yaşa...


Yazar: Elif KORKUT

Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

17 Temmuz 2012 Salı

Erkan Yaman - Sarhoş İstiklâl


“Gel, ne olursan ol gel” lafı sanki bu caddenin ağzından çıkmış gibiydi. Binlerce insan bir nehir gibi gürleyerek akıyordu; bir aşağı, bir yukarı.

“Aşkım, bu gece Hamam’a gidelim mi?”


“Was essen wir?[1]”


“Allah rızası için yavrum”


“Acıma şuna ya…”

“Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”

“Fenerbahçe, sen çok yaşa!”

“Hahahahahah”

…ve daha milyonlarca söz göremediğimiz biçimde havalanıyordu bu caddeden. Bir baştan bir başa şarkılar, sloganlar, kahkahalar, kavgalar… Duyduklarınız kadar duymadıklarınıza da kulak kabartırsanız eğer, kafayı yemek üzere olduğunuz hissinize kapılabilirsiniz ve buna rağmen bana eşlik etmek isterseniz, böyle buyurun lütfen.

“Aşkım, bu gece Hamam’a gidelim mi?”

Bu lanet adamın şu iğrenç kokusundan nefret ediyorum. Hamam lafını da kafasına koca bir taş gibi fırlattım ama nato kafa nato mermer. Adımı annem Gül koymuş, misler gibi kokuyorum diye de bilmez evde hasta-yatalak beni beklerken, bu gülü hangi ayıların kopardığını. Şimdi damara bağlamanın manası da yok değil mi?

Karşılığını da fazlasıyla alıyorum zaten. Bunlara üç beş takılıp biraz güven verince kendi saçtıklarından fazlasını yükte hafif pahada ağır şeylerden götürüyorum. Sonra da eşine bir ipucu bırakıp çekiliyorum. Bak bak, şu Almanlar da fena sayılmaz.

“Was essen wir?”

Esasında tam da buraya Cemal’in öğrettiği Osmanlı tokatı ne güzel de yakışırdı ama sabret Simon. Sabret! “Kebap?” Berlin’de yeteri kadar Türk görmemişiz gibi bir de yerinde ziyaret edelim diye tutturmuşluğu yetmiyormuşcasına sabahtan beri 5N 1K soruları soruyor. Türk hamamına gittik, kebabını da yeriz.
Şimdi ben bu Adam’ı, bu kalabalığın içinde bırakıp gitsem. Hmmmm… Mesela şu esmer kızın peşine takılsam, yanındaki şişman adamdan kurtulup içip eğlensek fena mı olur? Asla! Çekil yolumdan kadın!

 “Allah rızası için yavrum”

En kısa sürede en azından birkaç cümle İngilizce, Almanca bir şeyler öğrensem fena olmaz. Burada bizimkiler kadar el alemin gavuru da kaynıyor bayağı. Senin yıllar önce lisede öğretmeninle yaşadığın aşkın patlak verince, bütün gazeteler bu haberi büyük puntolarla yazıp haber edince, ailen seni başından defedince, devlet korumak bir yana kötülük ettikçe kaçıp geleceğin yer burası olur tabi. Şimdi o okulda öğrenmediğin iki çift cümleyi burada kullanmak istersin de kaç yazar? Orda öğrenemediklerimin gerçek hayatta karşılığının olmayan faydasından bahsedenlere ibretlik miyim neyim? “Bir ekmek parası.”

Vallahi sıkıldım. Bugünlük bu kadarı kafi gibi sanki. Gel bakalım benim küçük değerli bohçam. Bu gece nereye gidiyoruz? Dur bakalım. Önce şu paçavralardan kurtulalım, sonra bütün gece karşımda oynayan kadınları bana izleten Hamam’ın suyuna bir dalarız ki… “Allah razı olsun”

“Acıma şuna ya…”

Kaç kere söyledim, dilencilere verdiği parayla onlara bizden birer bira ısmarlıyorsun diye. O bira benim hakkımdı. Şimdi bu kadın şıkır şıkır gelirmiş, benim bira hakkımı benim karşımda lıkır lıkır içermiş. Ben de iyice kafayı yedim vallahi.

Ohhh giyinmişiz, takıp takıştırmışız. Ah bir de şu topuklulara alışabilsem. Bazen kendimi köyden şehre gelip gece alemlerine dalan saf kızlar gibi hissediyorum desem yeridir. Ayy bu ne şimdi yaaa, gene mi protesto var?

“Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”

Biz de burada bağırmasak kimsenin umrunda olmayacak tabi. Şu hatunlara bak, millet onlar için dağ taş demeden çarpışsın, vurulsun, şehit olsun; bunlar burada lay-lay-lom. İki kuruş değeri olmayan adamların gözlerine bakıp bakıp iç çekersiniz artık. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!”

Şeytan diyor ki topla bunların hepsini, bir cumartesi gecesi de Doğu’nun çıplak dağlarında vur patlasın çal oynasın yapsınlar bakalım. Hem onlar için de değişiklik olur fena mı?

Yok, kardeşim yok! Kalabalığın içinde gırtlağımızı parçalıyoruz, millet bir bakıyor, sonra dönüp yoluna devam ediyor. Devir twitter, facebook devri. Bak şimdi bara gider bilmem kim @Hamam diye yayınlar. İspat mı lazım? İşte şu güzel hatunun gittiği yere kadar gidiyorum şimdi. “Sonra gelirim ben, devam edin siz.”
“Fenerbahçe, sen çok yaşa!”
“Lay lay lay lay lllaaaaaaaa yaşaaaaa Fener-bahçeeeee…” Sarhoş olduk da bunu mu söyleyeceğiz laaannn? Nasıl abazaysak artık? Ohoooo! Şuraya bakın lan, hadi gidelim.

“Hahahahahah”
“Hahahahahah”
“Hahahahahah”
“Hahahahahah”

İşte böyle… Gecenin bir köründe havada başı boş dolaşan cümleleri toplamak zor olmadı benim için. Sanki sarhoşluk istiklalmiş gibi, sanki bütün İstiklal sarhoş olmuş gibi…



Yazar: Erkan YAMAN

Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

16 Temmuz 2012 Pazartesi

BenKonusucam - Sizofreni

Aynaya baktı kadın… Gözyaşlarıyla akıp, yanaklarında yollar oluşturan rimelini sildi elinin tersiyle. Bir sigara yakıp, derin bir nefes aldı. Sevdiği şarkı çalıyordu radyoda, yine doldu gözleri… “Ağlama!” dedi adam. Kafasını çevirip, elinde şarabıyla koltukta oturan adama baktı. “Eskiden, ağladığımda gözyaşlarımı silerdi. Şimdi soğuk bir ses tonuyla ‘ağlama’ diyor sadece…” diye düşündü kadın. Ağzını açtı, adam “Sus!” dedi…
“Sadece, sus…”


Yutkundu kadın… Oysa söyleyecekleri vardı daha… Yarım kalan cümleleri, zincirlerinden kurtulmak isteyen sözcükleri vardı. Tamam, uzun cümleler kuracak gücü yoktu artık ama önemli olan cümlenin uzunluğu değildi ki zaten… Kafasında ögelerine ayırdı cümlelerini… Hayret, hepsinin öznesi aynıydı. Ve hepsinin yüklemi, aynı özneye olan özlemden ibaretti…


Adam, kadına baktı… Bir zamanlar “Aşk” dediği varlığı süzdü, ilk kez görüyormuş gibi… Sahi, ilk ne zaman görmüştü onu? Nasıl tanışmışlardı? Hatırlayamadı adam… O kadar uzun zaman mı geçmişti aradan? Yoksa unutulmaya mahkum bir tanışma mıydı onların ki? Adam ağzını açtı, bir şeyler söylemek istedi… Söyleyecek bir şeyi olmadığını farkedip, derin bir iç geçirdi ve bir yudum aldı şarabından… Ne zaman tükenmişti sözcükleri? Onu da hatırlamadı adam… Oysa tam da şu vakit, söylenecek bir şeyler olmalıydı… Hep susmuştu adam zaten, bunca zamandır… Kadını dinlemişti sadece… Hep kendine saklamıştı cümlelerini… Her şeyini paylaşmak istediği kadınla, bir tek sözcüklerini paylaşamamıştı… Söyleyecek çok şeyi varken, neden susmuştu? Kendi de bilemiyordu yanıtı, sadece susmaya devam etti…


Belki de korkuydu tek neden… Kadın, asıl söyleyeceklerini gizlemek için çok konuşmuştu hep… Daha az konuşsa, sevgisinin derinliği hissedilecekti sanki… Daha kısa cümleler, daha çok şey anlatacaktı… Sevdiğini söylemekten korktuğu için, sevdiği dışında her şeyi söylemişti kadın…

Adam, sevgisini söylememek için susmuştu hep… Saçma ama sevmek acıydı adam için… Her sevgi kalbindeki derin bir yaraydı… Eski yaralar bağladıkları kabukları düşürmüştü çoktan… Şimdi bu kadın, o en sevdiği, bilirse sevgisinin derinliğini, yeni bir yara olurdu adamın içinde… Artık yorulmuştu adam… Ne yeni bir yaraya dayanırdı ruhu, ne de yeniden kabuk bağlayacak zamanı vardı…

Kadın sustu… “Anlıyorum” dedi içinden adama… “Benim yaralarım da farklı değil, seninkilerden… Belki şairin dediği gibi; ’ yaralarımıza üflerken öğrendik ıslık çalmayı’ … Ama garip olan, hemen şimdi, şu anda tek kelime etsen, yine sana koşacağımı bilmek… Hiç mi bitmeyecek bu? Sen her sustuğunda sana mı koşacağım? Yaşanamayanlara, söylenemeyenlere mi takılı kalacak aklım? Peki ya yaşanabilecekler? “…

Radyoda kadının sevdiği şarkı çalıyordu… ” Az önce dinlemedik mi bunu? Bütün bu söylenmeyen cümlelerden önce de bu şarkı çalmıyor muydu? “

Adam sustu… Tekrar baktı kadına, sigarasından savrulan dumanların arasından… ” Biliyorum” dedi adam kadına… Yine içinden söyledi… ” Sen, ‘aşk’ tın benim için… Aşkım değil, aşk…. Aşkın adı, tanımı, sıfatı, sureti… Her şeyi sendin… Belki hala öylesin… Ama bunu sana anlatacak kadar güçlü değilim artık… ‘Sınırlarım var!’ dediğimde kızıyordun değil mi? Kızma… Belki o sınırlar sevdirdi bizi birbirimize… Belki de biz ulaşılmazı sevdik…”

Kadının sevdiği şarkı çalıyordu radyoda… “Bunu biraz önce dinlemedik mi?” dedi adam kendi kendine… ” Bir şey mi dedin?” diye sordu kadın, içinde bir umutla… Yutkundu adam; ” Şarkı…” dedi. Biraz önce de dinledik sanki… Yutkundu kadın, radyoya baktı… Radyo yoktu yerinde… Peki şarkı nereden geliyordu? Duyuyordu işte kadın… Duyuyordu adam… Birbirlerine baktılar ürkek gözlerle… Japon korku filmlerinden fırlamış bir sahne gibiydi gözlerinin buluşması… ” … Ben bu yüzden hiç kimseden, gidemem, gitmem…” … İşte yine aynı şarkı…

Kadın içini çekti, gözlerini kapattı birkaç saniye için… Hazırdı konuşmaya… Kısa cümlelerle… Ama hissettiği gibi… Gözlerini açtı, adam yoktu… Etrafa baktı kadın… Radyo yoktu… Eline baktı, yanaklarından sildiği rimelin karası yoktu elinde…. Aynaya baktı, yansıması da yoktu… Kalbine baktı kadın, “aşk” yoktu… Bir an hatırladı kadın; aslında adam hiç olmamıştı… Kadın da yoktu… Hepsi bir yanılsama, zihnin garip bir oyunuydu sadece…

Aşk, hiç varolmamıştı…


Yazar: BenKonusucam

Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?

15 Temmuz 2012 Pazar

TükenmezSözler - Başlamak

En zorudur başlamak. Ne diyeceğim, ne yapacağım, nasıl yapacağım... Uzaktan izlerken her şey çok güzeldi ama ya şimdi. Artık yaklaşmak bir iki kelime söyleyip bir yerden "başlamak" lazım, ama nasıl?


Hazır mıyım acaba bunun için, hazır mıyız? Hayalimdeki sen, karşımdaki senle aynı kişi mi acaba... Gördüğüm rüyalarda gözlerinde kaybolduğum kadın, o sen misin gerçekten? Ve eğer o sensen; sen o mükemmel kadın, sen de bana razı mısın acaba...




Sen de benim gözlerimde başka bir evren bulabilir misin? Gözlerin gözlerimi benimkiler kadar sever mi... Kalbim sanki geçmiş yokmuş gibi ve yarınım sadece senmişsin gibi atarken, senin kalbin de benim adımı sayıklar mı yalnız gecelerinde?


Bilmiyorum... Tüm bu sorular, bu sorunlar, çelişkiler ve beynimi yiyen bu düşünceleri umursamıyorum da aslında. İçim seninle doluyken ve gözlerimi kapattığımda bile seni görürken tüm bu sorular bana sadece paçalarımı çeken aciz engeller gibi görünüyor. Ve sanırım artık silkelenip onlardan kurtuluyorum, senli düşünceler daha çok sarıyor kalbimi ve beynimi. Bu yüzden sana geliyorum ve artık korkmuyorum sormaya...

"Sen de beni sever misin kadın?"

Yazar: TukenmezSozler 

Beğendiyseniz paylaşıp daha çok kişinin okumasında bize yardımcı olur musunuz?